25 Aralık 2012

Üç kitap, üç kadın, çok kahraman...




Nereden esti bilmiyorum ama bir ara fena halde ‘Yahu ben neden hiç kadın yazar okumuyorum’ diye kafama takmıştım. İşte o günlerde Antalya D&R’ın raflarında kadın yazar ararken  Ayten Kaya Görgün’ün ‘Arızalı Babaların Çatlak Kızları’kitabını görmüş, hem kitabın ismine hem de yazarın ilk romanı olmasına vurulmuş ancak ne akla hizmetse almamıştım. Eh kısmet İstanbul’da kitaba sahip olmak, Ankara’da da okumakmış.


Doğu illlerinden güneye göç etmiş bir ailenin evladı olarak kitap bana kendisini çok yakın hissettirdi. Bilmiyorum, belki de baba kız, erkek kadın ilişkileriyle olan derdimden dolayı böyle hissettim ama sevdim ben. Hem de çok sevdim. Ayten Kaya Görgün bu ilk romanında Ankara’ya göçmüş bir ‘göç’ mahallesindeki kadınların, erkeklerin yaşam öykülerini çok güzel bir dille size sunuyor. Kitapta kadın erkek ilişkilerinden, namus olgusuna, ertelenmiş hayatlardan, adanmış pişmanlıklara kadar çok şey var. Okuyun derim. Başka da bir şey söylemem...

Arızalı Babaların Çatlak Kızları kitabından sonra elime Esmahan Akyol’un ‘Savrulanlar’ adlı romanını aldım. Yine bir kaçış hikayesi niteliğinde olan bu romanda geçen ‘Kevork’ karakterinin Ercüment Cengiz’in ‘Gırnatacı’ adlı romanında da geçmiş olması ‘tesadüfün bu kadarı’ dedirtti bana. Yanlış anlaşılmasın, iki Kevork da hem hayatları hem de işleri bakımından birbirinden çok ayrı. Ben sadece ilk defa okuduğum yazarlarda bir benzerlik yakalayınca şaşırıyorum o kadar.

Her neyse, Savrulannlar romanı da, baba kız sevgili büyükbaba ekseninde devam, eden doyurucu bir roman. Ama bu kadar da değil. Roman kahramanının yurt dışına yaptığı ‘kaçış’, yurt dışında yaşayan yabancıların ‘göç, yaşam, aidiyetlik’ konusunda yaşadıkları sıkıntıları da size hiç sıkmadan anlatıyor anlatıyor. Bu kadar mı? Tabi ki değil. Eh bir de Akyol’un sizi sıkmayan bir üslubu var ki kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Zaten yazarın diğer romanları beş dile çevrilmiş ve yayınlanmış. Okuyun, vallahi okuyun....

Veee TÜYAP kazancı üçüncü kitabım. En lezzetlisini sona bıraktım. Hayır diğer iki kitabım da çok güzeldi ama bu bir başka.

Leylak Dalı'nın önerdiği bir yazardı  Nazlı Eray. onun İmparator Çay Bahçesi adlı kitabını nasıl tanıtırım bilmiyorum ama ben çok etkilendim desem herhalde yavan kalır. Kitap yazmak isteyenlerin en büyük korkusunun karşılıklı diyalogları, insanı sıkmadan, mantık düzlemninde nasıl yazacağı konusudur. Nazlı Eray, neredeyse tamamı diyaloglardan oluşan bu ‘hayalüstü’ kitabında sizi oyun makinelerinin arasına, gizemli bahçelerin içine, unutulmamış kadınların hayaletlerinin hayatlarına ortak ediyor. Okudukça seyehat ediyorsunuz kitapla birlikte. Hatta ‘gece’ olup gökyüzünde seyehat bile ediyorsunuz. Eğer Eray’ın kitaplarını okumadıysanız bunu da alın okuyun. Bende ‘uyku İstasyonu’ adlı kitabı da var. Onu da okumak için sabırsızlanıyorum...

Bitmedi, size bir de hafta sonu yaptığımız Beypazarı gezisinden aldığım ganimetlerimi göstermek istiyorum. Bu benim ikinci Beypazarı gezim oldu. İlkinde Ramazan ayı olmasından dolayı boştu, hafta sonu ise soğuk olmasına rağmen sokaklarda canlılık vardı. Beypazarı’nı ben gümüşlerinden dolayı seviyorum. Daha önce alışveriş yaptığım bir dükkanın yanı sıra gezerken vitrinine vurulduğum dükkandan bu güzellikleri aldım.

Birisi mercanlı kolye ve küpe, diğeri ise el işlemesi minik küpeler. Bu ara çok kilo aldığımdan yüzük takamıyorum, ben de böyle küpe ve kolyelere sarıyorum. Neyse bakalım uzun tuttum bu sefer.Aaa durun durun Leylak Dalı'nın blogunda başlattığı çalışmaya katılamadığım için içimde kalmıştı. Bir de kitaplığımın fotoğrafını paylaşmak istiyorum. Daha önce paylaşmışmıydım bilmiyorum. Ama İşte son olarak kitaplığım...

13 Aralık 2012

Gırnatacı Osman'ı dinlemek ister misiniz?





Bugüne kadar, yani bu yaşıma kadar hayal ettiklerimi gerçekleştirme becerisi göstermiş birisiyim. Nedeni ne diye soracak olursanız sanırım tek kelime ile ‘inanç’ diyebilirim. Kendime ve yapacaklarıma olan inanacımı kaybetmediğim için bu yaşıma kadar, yapacağım dediğim şeyleri hayata geçirdim. Orta okul yıllarımda anı defterime şunu yazmıştım, “Önce Edebiyat Fakültesi’ni bitirip Edebiyat Öğretmeni olacağım, ardından da Gazetecilik Fakültesini bitirip Gazeteci olacağım...” Liseye geçince Mehmet Aslantuğ’un da ‘Sıcak Saatler’ dizisindeki performansından, Tayfun Talipoğlu’nun yollara olan sevdasından etkilenerek ‘gazetecilik’te karar kıldım. Hatta şöyle yazdım harita metod defterimin arkasına “Ben 2001 yılı Haziran ayında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü kazanacağım.” Öyle de oldu... Kazandım...

Eskiden böyleydi. Ama bugünlerde ruhuma peyda olmuş ‘inançsızlık’ hissi yüzünden pek bir şey yapamıyorum. Bloğumu da boşluyorum, yazmak bile gelmiyor içimden. Ama sürekli okuyorum, hayal kuruyorum, ‘bir gün ben de yazacağım’ diye telkin ediyorum kendimi...

Son okuduğum roman beni biraz kendime getirdi diye sizinle bunları paylaşmak istiyorum...
Geçen yıl  haberim olmdu Everest Yayınlarının ‘İlk Roman Yarışması’ndan. Çok heveslenmiştim fakat katılamamıştım elimde yazılı bir ‘roman’ olmadığından. Bu yıl da Everets Yayınları’nın İlk Roman Yarışması’nın sonuçları açıklandığında, sanki kendi romanımla yarışmaya katılmışım gibi heyecanlandım. Romanın satışa sunulacağı günü heyecanla beklerken kendimi İstanbul’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda buldum. Ben İstanbul’a gitmeden birkaç gün önce ödülünü alan ‘Gırnatacı’ adlı romanın yazarı Ercüment Cengiz ile tanışamasam da kitabıma kavuşmuş olmanın heyecanı ile hemen satırları su gibi içmeye başladım...

Nasıl anlatılır bilmem ama Cengiz’in en çok entelektüel bilgisi beni kendisine hayran bıraktı. 2007-2011 yılları arasında kaleme aldığı ‘Gırnatacı’ o kadar farklı ki, okumanızı gerçekten çok isterimMüzik bilgisini romanına yansıtmış olan Cengiz o kadar güzel anlatmış ki Gırnatacı Osman’ın nağmelerini, gittiği gördüğü yerleri o kadar güzel tasvir etmiş ki, hatta Gırnatacı Osman’ın yüreğini yakan aşklarını öyle güzel anlatmış ki; ben Gırnatacı Osman’ı gidip dinlemek ve sohbet etmek istedim...

Çok az kitap insanda böyle hisler uyandırır biliyorum. Ben bu kitapta çok şey öğrendim. Aslında Ankara’da Kadın Doğum Uzmanı olan Dr. Encüment Cengiz ile bir araya gelip romanının yaratım sürecini de konuşmayı çok isterim.

Sürprizlerle dolu olan bu kitap belleğimde kalıcı bir iz bıraktı diyebilirim. Kitabın konusu ve içeriği hakkında çok fazla şey söylemek istemiyorum ama E. Cengiz bana Gırnatacı romanı ile sabırlı olmam ve kendime inanmam gerektiği gerçeğini hatırlattı. Belki bu yazdıklarımı okumayacak ama ellerine sağlık diyorum. Ve umuyorum bunun gibi daha çok roman kaleme alır da doya doya okuma fırsatı yakalarım...

27 Mayıs 2012

Nasıl bir başlık yazsam bilemedim ki...



Gün döndü. Benim uykum yok. Son 25 gündür 6 kitabı hatmettim. İkisine ise başladım, yordular beni yarım bıraktım. Şimdi yanımda Hüsnü Arkan’ın  ‘Uyku’ adlı kitabı var. Birazdan onunla uyuyacağım…

Şöyle bir baktım da, uzun zaman olmuş post girmeyeli. Şimdi Seyhan merak ediyordur bu kız nerelerde diye. Biraz onun merakını gidermek, biraz da son bir aydır neler yaptığımı anlatmak istiyorum…

Çok kolay olmadı karar vermek ama ben işten ayrıldım. Gazetecilik mesleğini  ‘töbe bir daha dönmem’ diyerek bıraktım. Bu arada birkaç gazeteden gelen teklifi de geri çevirdim. Artık kendim olamadığım, kendimi başarılı hissetmediğim bir meslekte bulunmak istemedim açıkcası. Muhteşem bir çalışma ortamından, disiplinden sonra yeni hayata alışmak epey zor oldu benim için. Bu kadar kitabı okuyabilmiş olmam da bundan kaynaklıdır zaten.

İşten ayrılmaya karar verdiğimde ne yapacağımı da belirlemiştim. Bakmayın ben burada birinci tekil şahıs gibi konuşuyorum ama hem işten ayrılmamda hem de ‘ne yapabilirim’ konusunda eşim bana hem destek verdi hem de yol gösterdi. Bana ‘neden doğum fotoğrafçılığını denemiyorsun?’ diye sordu ve sektöre adım attım.
Şimdiye kadar bir doğuma bir de doğum öncesi çekime gittim. Fotoğraflar biriktirip web sitesinin tabanını oluşturmak için ve  kadın doğum uzmanları- hastanelerle görüşmeye giderken elim boş gitmeyeyim diye fotoğraf çekimleri yapıyorum. Az biraz tembel olduğum için işler çok yavaş seyrediyor kabul…

Bu işe girmeden önce ekipman yenilediğimi de hemen belirtmek isterim. Aşağıda fotoğraflarını gördüğünüz bebekler bana ve eşime ait. Ben onları çok seviyorum…

Onun dışında mesleğimi değil ama o aktif hayatımı özlüyorum. İnsanlarla iç içe olmak tam benim işim. Evet bir dönem çalan telefonlara bakmak istemeyecek kadar nefret etmiştim kabul ama insansız bir hayat yaşayamayacağımı anlamış bulunmaktayım. Bazen sabah kalktığımda –kimileri buna öğlen diyor- evde delirecek gibi oluyorum. Zaten kendimi ya sokağa atıyorum ya da yemek yapıyorum. Televizyon ile iletişimim ise sesten ibaret. İlk günler güle oynaya izlediğim, birbirinin aynı programlardan nefret ediyorum. Evet televizyon insanı aptallaştırıyor sözünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
Bu arada her zaman olduğu gibi ok parlak fikirlerimi de uykuya yatırmış bulunmaktayım. Neyse ben sizin başınızı fazla ağırtmayayım. Son bir fotoğraf ile ben ‘Uyku’ya gideyim…

06 Nisan 2012

Türkiye posterleri...



Geçen hafta Cuma yazmışım en son. Çok şey oluyor aslında ama yazmaya mecalim kalmıyor.

Neyse…

Dün bir blogda (şimdi hangi blog olduğunu bulamadım) yukarıdaki posterlere rastladım. Onu paylaşmak istedim sizinle. http://www.turkiyeposterleri.com/ adlı web sitesinden ücretsiz indirebiliyorsunuz. Antalya, İstanbul, İzmir, Konya, Ağrı, Nemrut gibi pek çok yerin posteri mevcut. Ben renklerine bayıldım. Evin duvarlarına ne zamandır bir şeyler asalım diyorduk, sonunda ne asacağımızı buldum. Hepsini indirdim ama daha seçim yapmadım. Sitede posterleri nasıl kullanacağınız da yazıyor. Ben kanvas baskı yaptırıp asmayı düşünüyorum. Daha farklı bir hava verebileceği kanısındayım. Siz de bir uğrayın derim, işyerinizin ve evinizin duvarlarına renk katar diye düşünüyorum…

30 Mart 2012

Kısa kısa Cuma notu...

Şu günlerde biraz dağınığım. Size tanıdık geliyordur muhtemelen. Zaman zaman kısa aralıklarla yaşıyorum bu durumu netekim…

Blogla ilgilenmiyorum farkındayım. Şu yan tarafta ‘ne okuyorum’ bölümünde yer alan kitap var ya, yalan, onu okumuyorum. Yok yok öylesine koymadım onu oraya. Kitabın ilk iki bölümünü bitirdim. Geçtiğimiz haftalarda Ankara seyahati hasıl olunca yanıma ‘Yusuf Atılgan’ın Canistan’ adlı kitabını aldım. Keşke bitirebilseymiş bu romanı diyerek okudum yuttum.

Sonra yeni bir yazar adayı Buse Ünal’ın Can Veren Aşk adlı kitabına başladım. Kitapla ilgili düşüncelerim olumlu değil, en azından daha çok yol alması gerektiği kanısındayım. Bunu güçlü kalemleri ile beni şaşırtan ve okuma çıtamı yükselten yazarlar nedeni ile söylüyorum. Kimisi beğeniyor kitabını, görüyorum. Dedim ya bu benim fikrim…

Başucumda Onat Kutlar’ın Isak’ı dururken ben Ayfer Tunç ile devam ettim. Adına yakışır bir roman olan, detayları, kurgusu ve geçişleri ile insanı hayran bırakan ve belki de dünyanın en uzun isimli kitabı olan ‘Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ne başladım. Bana bu kadını kim sevdirdi anımsamıyorum ama ona buradan teşekkür etmek istiyorum…

Az önce Ankara dedim değil mi. Kurum içi bir çalışma gereği iki hafta üst üste Ankara’ya gittim. Nasıldı derseniz, pek bir mahmurdu Ankara. Bıraktığımı bulamadım, kendimi yalnız hissettim. Hava soğuktu, arkadaşlarımın çoğu yoktu, kardeşim, kuzenim ve üniversiteden iki arkadaşımla vakit geçirdim. Sokaklar bana yabancı geldi nedense. Kitap okuyacak sakin bir yer bulamadığım için Leman Cafe’nin gürültüsünü kulağımda müzik çalarımı takarak engelledim ve kitabıma daldım. Aklımda sorular, nerede olmak istediğimi düşündüm. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi ama Antalya’da mutlu olduğumu hissettim.

Bu arada hayatımla ilgili kararlar da aldım. İşten ayrılıyorum. Bir süre gazetecilik yapmayacağım. Ucu çok açık biliyorum ama sanırım en az bir yıl kadar suya sabuna –kendimce- dokunmayacağım. Planlarım var, güzel bir yola çıkıyorum. 28 yıldır gerçekleştirmek istediğim, abarttım tamam, kendimi bildim bileli gerçekleştirmek istediğim hayallerim için adım atıyorum. Bana şans dileyin…

15 Mart 2012

Yananlardanım desene...



Az önce bir çay ocağında çok sevdiğim bir abimle dertleşirken söze girdi bu amca. Laf geldi memleketlere dayandı. Sordu yanımdaki abime 'Nerelisin?' diye. 'Sivas' dedi yanımdaki abim. 'Yananlardanım desene' dedi amca. Sustum...

14 Mart 2012

Susuyorum...




Madımak davası için, öldürülen kadınlar için, tecavüze maruz kalan çocuklar için, tutuklu olan gazeteciler için, yargı için, insanlık için, çevre felaketleri için, susmak zorunda bırakıldığımız için... için için için, daha söylenecek çok şey var. Ama ne bileyim, susuyorum, kelimeler boğazıma düğümlü, gözlerimi sabitledim bir noktaya düşünüyorum... Üzgünüm, yeterli değil ama üzgünüm... Öfkeliyim, hem de çok...

13 Mart 2012

Komiser Nevzat'ı nasıl bilirsiniz?



Ben Komiser Nevzat’ı Ahmet Ümit’e benzetirim biraz. Okurken romanlarını, biraz biçim değiştirmiş şekilde o gelir gözümün önüne. Uzun boylu, gür ve az uzun saçlı, pardesü giyen entelektüel birisidir Komiser Nevzat benim hayalimde. Bekardır da aynı zamanda. Aşk acısı çekmiştir zamanında, o zamandan beri unutamadığı aşkını yalnızlığı ile beslemektedir. Siz nasıl görüyorsunuz bilmiyorum ama dedim ya ben kitaplarını okurken böyle hissediyorum…

Okuduğum son kitabı ‘Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’ de de aynı şekilde geldi Komser Nevzat gözlerimin önüne…



Pek bir becerikliydi mesela cinayetleri çözerken. Birkaç sayfalık kısa öykülerde, size sezdirmeden gidiyordu katilin yanına, yakasından tuttuğu gibi çıkarıyordu ortaya.

Su gibi akıp gitti kitap. Hani ben romanlarını okuyup ince ve birbiri ile bağlantılı ayrıntıların içinde gidip gelirken aldığım zevki, kısa öykülerinde de aldım Ahmet Ümit’in. Okumadıysanız tabi ki tavsiye ederim…

08 Mart 2012

Ucundan kıyısından Ayfer Tunç...



Ne söylenir bilmiyorum. Kıskançlık duygum had safhada onu belirteyim. Ayfer Tunç ile ‘Yeşil Peri Gecesi’ adlı kitabıyla tanışmış, Bursa ziyaretimde de ‘Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’ adlı kitabını almıştım. İyi ki almışım…

Ben 83 doğumluyum ama bu kitabı okurken 70’li yılları ‘yeniden’ yaşamışım gibi hissettim. Belki o yılların ‘tasarruf’ olgusuna ucundan kıyısından yetiştim ama elektronik eşyalardan tutun, geleneklere, misafir odası sendromundan, mektup yazma stillerinin okullarda işleniş şekillerine kadar hepsini birebir yaşadım. Küçük bir ilçede 10 yıl kadar bulunmuş olmamın da bunda büyük etkisi vardır, ya da anne ve babamın öğrendiklerini bize de öğretme çabalarının elbet ama bu kitap unuttuğum bir çok şeyi hatırlamamı sağladı.



Biliyor musunuz ben de ilkokuldayken uzaktaki akrabalarımla mektuplaşırdım. Yılbaşı denildi mi süslü simli kartlar alıp gönderir, bayramlarda da tebrik kartları atmayı ihmal etmezdim. Yaşatılan, unutulmaması gereken bir gelenekti bizim evde mektup yazmak ve kart göndermek.

Sonra sobamız vardı, üzerinde demlik olurdu, borusuna asılan telde de çamaşır kurutulurdu. Kestane değil belki ama sobanın içinden çıkan patatesleri afiyetle yemişliğim çoktur.

Merdaneli çamaşır makinesi mesela. Ben annemi hatırlarım, bir hortumla makinenin içine su doldurduğunu, sonra onları çıkardığını. Ne zormuş meğer….

Benim çocukluğumda televizyon vardı, yaygınlaşmıştı. Telefon da öyle. Televizyonda bir tek haftada bir gün gösterilen sinemayı anımsarım, bir de Susam Sokağı’nı. Hiç unutmadım ki zaten…



Misafir odası da bizim evde hep kapalıydı. Mermer sehpalarımız vardı, üzerleri dantel örtülü. Ortadaki sehpanın üzerinde de sigaralık dururdu, içinde de birkaç çeşit sigara. Biz çocuklar salona giremezdik, misafir gelince açılır, en iyi şekilde ağırlanırdı.

Kısacası bu kitap bana çocukluğumu anımsattı. Çok sevdim. Daha anlatacak o kadar şey var ki, okuyun derim….

06 Mart 2012

Ahmet Ümit'ten müjdeli haber...



Kitaplarını 'yemek' sureti ile okuduğum ve bana polisiyeyi sevdiren yazar Ahmet Ümit,az önce twitter'dan bir ileti yayınladı. "İki yıldır üzerinde çalıştığım 'Sultanı Öldürmek' nihayet bitti. Everest Yayınevine teslim ettim. 10 Nisan'da kitapçılarda olacak" dedi. Ben de havalara uçtum uçtum. Beni ne beklediğini merak ediyorum. Nisan'a kadar söz veriyorum kitap almayacağım, hoş eritilmesi gereken kitaplar var, ve Nisan'da süper bir hediye vereceğim kendime... Okumadıysanız Ahmet Ümit tavsiye ederim....

05 Mart 2012

Blogumu beğendiniz mi? :))

Annem gençliğinde canı sıkıldığında hep evdeki eşyaların yerlerini değiştirirmiş. Bu eylem sırasında da sık sık bir şeyler kırarmış. Mekandaki eşyaların yeri değişince rahatlamış hissedermiş kendisini. Ben de evdeki eşyaların değil ama içimi döktüğüm bu mekanda küçük bir değişiklik yaptım. Beyaz sanki daha bir yakıştı bloguma. Daha bir ferah gösterdi. Sanki diğer şablondayken sıkışıp kalmıştım buraya. Sanki şimdi daha özgürüm. Ne diyeyim ben çok sevdim bu görünümünü blogumun.Birkaç ekleme daha yapmayı düşünüyorum. Mesela birçok okur blogunda gördüğüm 'ne okuyorum' bölümü de ekleyeceğim birazdan. Sabahtan beri canım sıkkındı ama şimdi çok mutluyum...

03 Mart 2012

Yaşadığı şehirden bi'haber olanlara...

Uzun zamandır yazmıyorum, farkındayım. Biraz kafam karışık. Ondan sanırım.

Ama sizinle geçen hafta keşfettiğim bir şeyi paylaşacağım. Daha çok Antalyalıları ilgilendirse de paylaşacağım yazı, ana fikri itibarı ile yaşadığı şehirden bi haber olanları da tetikleyecektir, eminim.

Birkaç hafta önce Safranbolu’daydık. Eski Safrandolu’da ama. Evler, yollar, insanlar muhteşemdi. Bir daha gidip görülesi bir yer. Üç gün kaldığımız için sadece birkaç yeri gezebildik, ama daha gezilecek görülecek, fotoğraflanacak çok yeri var eminim.

Gezdiğimiz yerden bir tanesi de Kaymakamlar Evi olarak adlandırılan müze idi. Dönemin ‘büyük’ adamlarının evi olan bu konak restore edilerek ziyaretçilere açılmış. Sizi içeriye girerken bir rehber karşılıyor. Birlikte geziyorsunuz önce. Kadınlar erkekler bölümünü, yemeklerin nasıl verildiğini, kına gecesi görsellerini, giyim odalarını, erkek meclislerini, oturma odalarını, dönemin mutfağını hatta banyosunu görünce çok şaşırıyorsunuz. Yapılan canlandırmalar harika olduğu için bir nevi o dönemi yaşıyorsunuz.

İşte ben Kaymakamlar evi’ni gezerken, yaşadığı şehirden bir haber olan ben, Antalya’da neden böyle bir şey yok diye hayıflanmıştım. Ta ki geçen haftaya kadar.

Yıllardır önünden geçip içeriye adım atmadığım Kaleiçi Suna İnan Kıraç Müzesi’nde sizinle görsellerini paylaştığım bu muhteşem müze ile karşılaştım. Çok şaşırdım, kendime güldüm. Haber için gitmesem ‘haberdar olmayacağpım’ bu yerle tanıştığım için kendimi çok şanslı hissettim.

Antalya’nın eski kına gecesi, damat traşı ritüellerinin mankenlerle canlandırılıp seslendirildiği bu muhteşem müzede eskiden nasıl giyinildiğini, neler yapıldığını, sünnet kıyafetlerini de görmeniz mümkün. Bir de eski bir aynanın içine yerleştirilen televizyon ekranından size Antalya anlatılıyor. Tabi müzenin girişinde yer alan Antalya tarihini saymıyorum bile.

Utancımı orada bulunan görevlilere de anlattığımı söylemeden geçemeyeceğim. Safranbolu’da böyle bir yapıyı gezip görme meraklısı içindeyken Antalya’da yer alan bir müzeye girmemiş olmaktan dolayı da kendimi ayıplıyorum. Şimdi sizleri bu güzel görsellerle baş başa bırakıyor ve Antalya’ya gelirseniz gidip gezmenizi tavsiye ediyorum.

Bu arada müzenin alt katında geçtiğimiz yıl(larda) hayatını kaybeden çini ustası Sıtkı Olçar’ın da eserleri satılıyormuş. Ben baykuşları görünce merak ettim kimin diye, görevli Sıtkı Olçar vefat edince hepsi koleksiyonluk olduğu için kaldırıldı. Şimdi Sıtkı II adıyla kızının yaptığı eserler satılıyor. Onlardan da edinebilirsiniz diye düşünüyorum. Şahaneler…





















06 Şubat 2012

Büyük konuştum ne olmuş?..

Uzun bir aradan sonra herkese merhaba...

İki gün önce dünya evine girdim. Evet evlendim.

Hatta yapmam dememe rağmen düğünde göbek atıp oynadım, o haliyle bir de gazeteye çıktım iyi mı:))

Evet büyük konuştum, ne yapayım:))

Artık söyleyecek bir şey yok. Oldu da bitti maşallah...

Şimdi Safranbolu'dayiz. Tatilin tadını çıkarıyoruz. Fotograf çekip geziyoruz. Ayrıntılar daha sonra fotoğraflarla blogda yer alacak:))

Ben bir süreliğine kaydoluyorum.

Görüşmek üzere...

26 Ocak 2012

Twitlerim ve ben...



Uzun süredir twitter ve facebook gibi sosyal paylaşım sitelerine üye olup olmamak arasında gidip geliyordum. Geçenlerde Antalya'da bir haber twitter hesabından çıkınca ben de üye olayım dedim. Oldum da ama hala çözebilmiş değilim. Olsun, ben de twitterdan haber yapmaya başladım. İlk gün, yani dün iki istihbaratı twitterdan aldım. Bugün de bir başka haber yaptım. Sanırım medya değişiyor ve ben de artık buna ayak uyduruyorum...

19 Ocak 2012

Agos ve Karın Karakasli

Karin Karakaşlı: "Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır!"

19 Ocak bir anma günü değil. Hiçbir zaman da olmadı. Zaten bu topraklarda ayrı ayrı yaşatılmış ne kadar acı varsa, hiçbirinin anma günü olmadı. Herkes acısının yaşatıldığı o tarih geldiğinde, kendince, bir başına kahroldu.

Sonra 23 Ocak günü geldi. Bundan beş yıl önceydi. ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ten mahkûm edilen, Türk düşmanı ilan edilen bir Ermeni gazetecinin cenazesi hepimizi buluşturdu. Çünkü Hrant Dink bu ülkenin bütün acılarının dermanına talipti. Onu güpegündüz, şimdi durduğumuz bu kalabalık Halaskargazi Caddesi üzerinde sırtından vurdular. Hepimizi de o cinayete görgü tanığı kıldılar.

O cenaze gününde 1915′i, Dersim’i, Maraş’ı, Çorum’u, tekmil faili meçhulleri, ihtilalleri, olağanüstü halleri, bitmek bilmez darbe girişimlerini buluşturduk. Kompartıman usulü ayrı ayrı yaşamamız buyrulmuş ne varsa, bir kıldık. Büyük oyunu onun birleştirici ruhuyla bozduk.

Onu bir kez de öldürmediler sevgili canlar. Önce Sabiha Gökçen haberi üzerine Genelkurmay’ın bildirisiyle öldürdüler. İstanbul valiliğinde MİT mensuplarınca tehdit edilirken öldürdüler. Hrant Dink’i, barış yolunu gösteren yazılarından cımbızladıkları, cümlelerle

Türk düşmanı” ilan ederek öldürdüler. Her yazıya, her söyleşiye nefes tüketir, kendini izaha mecbur hissederken öldürdüler. Agos’un önünde “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir” diye bağırırlarken öldürdüler. Mahkemeden mahkemeye koşturtur, bilirkişi raporuna rağmen ısrarla mahkûm ederken ve o mahkûmiyeti onaylamakta beis görmezken öldürdüler. Kendisi yetmezmiş gibi oğlunu ölümle tehdit ederken ve kimbilir daha ona, bizlere hiç söylemediği neler neler yaşatırken öldürdüler.

Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Silinen telefon görüşmeleri, karartılan deliller, gizlenen bilgiler, imha edilen raporlar, başlatılmayan ya da kapatılan soruşturmalar, zamanaşımından aklanan istihbarat memurları birbirini izledi.

Başta Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz olmak üzere Ergenekon sanığı pekçok ismin daha Hrant Dink sağken, mengeneye dönüşen yargı süreci ve linç kampanyalarını hazırladıkları biliniyordu. Derken Kafes eylem planı da ortaya çıktı. Gel gör ki, bu davanın Ergenekon ile bağlantısı bir türlü kurulamadı.

Dört yanımızdan yalanlarla sardılar sarmaladılar bizi. Tam beş yıldır böyle bu. En sonunda iki kişi verdiler elimize. Bununla yetinin dediler. Yeter de artar hepinize.

Ortada zaten silahlı terör örgütü olmadığına göre onun yöneticisi ve üyeleri de yok. Ve beraat eden Erhan Tuncel’in hemen o akşam tahliyesi öyle büyük bir aciliyet ki, telaşta bir sanıkla ilgili hüküm kurmayı unutmuşlar. Tuncel şimdi ilim irfana adanmak üzere taze bir üniversite adayı. Böyle gözümüze baka baka, yangından mal kaçırır gibi verdiler bu kararı. Müdanaasızlığı da onun arkasındaki devasa korkuyu da gördük. Devlet çıplak dedik. Devlet çıplak.

İyelik eki kolay kullanılmıyor. Burası benim ülkem de bu devlete benim devletim diyebilir miyim? Cumhurbaşkanım, Başbakanım, Bakanlarım, Hükümetim, Muhalefetim, Meclisim… Böyle diyebilmek için tek bir seçeneğim var. Bu kepazeliğe bir son verin artık. Yargıtay, cinayete giden süreçteki rolüne inat, bir kez de adalet adına temyiz mekânı olsun. Bunları yapmak borçtur, yükümlülüktür, şarttır. Çünkü bize yaşatılan ‘ayıptır, zulümdür, günahtır.’

Hrant Dink’i hepimiz kaybettik ama biz Ermeniler için onun kaybı takdir edersiniz ki başka bir yoksunluk. 1915′te Anadolu’da kafilelerce insan aç-susuz çölün ortasına sürülmeden önce bir Nisan günüyle 250′ye yakın Ermeni aydın Haydarpaşa Garı’ndan trenlere konup Ayaş’a sürgüne gitti. İçlerinden sadece birkaçı geri dönebildi.

Anlayacağınız önce sesimizi aldılar elimizden. Bu insanlar Osmanlı Meclisinde mebustu, yazardı, gazeteciydi, çevirmendi, doktordu, avukattı. Ermeni halkına hizmet kadar Osmanlılığa inanır, Meşrutiyet sonrası bayram geleceğini sanırdı. Öyle olmadı.

Bugün burada içlerinden birkaçının adını anacağım. İsmi çağrılan duyar, gelir, ‘Burada’ der: Rupen Sevag, Siamanto, Taniel Varujan, Diran Kelekyan, Yerukhan, Rupen Zartaryan, Hampartsum Boyacıyan, Sımpad Pürad, Khyan Parsekhyan, Krikor Zohrab… Hrant Dink bu aydınların son halkasıdır. O yüzden de 2007, 1915′e geri ışınladı hepimizi. Demek hâlâ hakkıyla Ermeni ve bir o kadar da yurtsever olan bir insanı öldürmek bu kadar kolaydı. Bu kadar mübahtı.

Tarihi inkâr ede ede geldik bu noktaya dayandık. Şu kaldırıma dikilen taş, Hrant Dink kadar diğer bütün susturulmuş aydınların ve isimsiz mezarsız kurbanların da simgesi olsun.

Bu son kararla birlikte şimdi bir kez daha 19 Ocak 2007 cinayet günündeyiz. Hrant Dink operasyonlarla daraldığımız, komplolarla bunaldığımız bugünlerde özellikle yanyana görmek isterdi hepimizi. Anlaşılan o ki koca bir devlet böyle bir Ermeni vatandaşının yaşamıyla da ölümüyle de ne yapacağını bilemedi. Şimdi biz ona öğreteceğiz hep birlikte demek ki.

Dosya kapandı diyorlar bize. Kapandı mı bu dosya? Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara… Artık köprüden önceki son çıkıştayız. Oradan hakkıyla geçmeden tamamlanacak ödeşme, kurulacak düş, inanılacak adalet, yaşanacak memleket yok. Öbür türlüsü sadece yalan olur ve bir gün başımıza yıkılır. Altında kalırız hep birlikte.

O yüzden gün, sadece söz söylemek değil söz vermek zamanı.

Söz verelim mi birbirimize? Bu dava daha bitmedi.

Söz verelim mi birbirimize? İnsanlık daha ölmedi.

Söz verelim mi birbirimize? Devlet daha hesabını vermedi.

Sözümüz söz olsun. Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır. Aksi için uğraşan hepimize helal olsun.

(Yekta Kopan'in blogundan alintidir)

Yorumsuz...

Son birkaç gündür, internet sitelerinde Hrant Dink aleyhine içi boş ve bel altı ahlaksız yorumları okuyorum. Yüzüm kızarıyor, utanıyorum. Hayır küfürlerden değil,ben de küfür eden birisiyim. İnsanların nasıl bu kadar cahil olduklarını şaşırarak izliyorum. Ailesi için üzülüyorum….

Demiş ya ‘güvercin tedirginliği yaşıyorum’ diye sevgili Hrant, bir video açıp bakın. Nasıl ürkek, nasıl derdini anlatma çabasında, nasıl samimi, nasıl ‘insan’. Hatta o yorumları yapan, o küfürleri edenlerden daha bir ‘insan’… Buradan onlara sesleniyorum. ‘Siz tanrıya inanıyordunuz değil mi?’ Öyle yazmışsınız yorumlarınızda. O zaman öbür dünyada iki eli yakanızda olacak bir insanı ölüme götürdüğünüz için. Yoksa sizin doğrunuz değil miydi ‘Allah’ın verdiği canı Allah alır’ sözü. Ben mi yanılıyorum söyleyin…

18 Ocak 2012

Durdurun!..



Bugün Sabah Gazetesi’nde okuduğum haber kanımı dondurdu. Oysa çok aşinaydım ben bu haberlere. Kadın cinayetlerine, kadın şiddetine, kadının ötekileştirilmesine, güçsüzleştirilmesine…

Her gün gazetelerden aşinaydı gözüm öldürülmüş kadınların opaklarına, kulağım aşinaydı kadın çığlıklarına. Ama bu sefer farklı bir ayrıntı vardı haberde. Henüz 16’ındayken, henüz 15’inde olan ‘erkek’ kardeşi tarafından ‘Hayır seni öldürmeyeceğim. Seni bu hale getireni öldüreceğim. Konuşmamız gerek’ sözüne inanmıştı bu sefer ‘kadın’. Sevdiği erkeğe kaçmıştı. Babası başlık parası isteyince, sevdiği erkeğin ailesi parayı çok bulup kızı karnında bebeği ile ailesine teslim etmişti. Eve kapatılmış, aile bireylerinin aldığı karar neticesinde evin tek oğlu olan 15 yaşındaki erkek kardeşi tarafından tam 21 yerinden bıçaklanarak öldürülmüştü. 21’inci yaşını görmen en sevdiği kardeşinden 21 darbe yemişti. 21 darbe sonrası yere yığılmıştı….

Sonrası ise kızıl bir karanlık…

Bundan sonra ne erkek kardeşine ‘öldürme gücünü’ veren ezberi bileceğiz, ne de 16’sındaki küçük kızın bıçak darbelerini yerken kardeşinin gözüne nasıl baktığını, neler söylediğini bileceğiz…

Çünkü artık Zelal yok… Belki sürekli tekrarlanan bir söz ama bundan sonra ‘Zelal’in yaşadıklarını birebir yaşayan, isimleri farklı, yaşları farklı kadınların hikayesini okuyacağız, duyacağız. Basın gözümüzün içine soka soka ‘acıklı’ haberleri yayınlayacak. Ah vah edeceğiz. O gün çıkan ‘cinayeti’ okuyup ağzımızın suyu aka aka ertesi günkü ‘acıklı hayat hikayesi’ni bekleyeceğiz. Kim bilir belki de şehirde yaşadığımız için ‘şükredecek’, sevineceğiz….

İçimizden birileri çıkıp kadın haklarına, kadının ötekileştirilmesine, kadın cinayetlerine karşı örgütlenecek. Onları içini boş bir harfler yığınıymış gibi ‘feminist’ ilan edeceğiz. Çirkin diyeceğiz kadınlara, ‘koca bulamamışlar’ ondan çıkıp sokaklara bağırıyorlar… Sonra bir kere daha şükredeceğiz ‘feminist’ olmadığımız, güzel olduğumuz, sorunsuz bir hayat yaşadığımız, koca bulduğumuz için. Ya da oturduğumuz yerden okuyup haberleri ‘ah vah’ edeceğiz, ertesi gün unutmak şartıyla…

Hayat bizler için devam ederken birileri çıkıp ‘Zelal’ gibi cinayete kurban gitmiş, törenin 21 bıçak darbesi ile öldürülmüş kadınların hikayesini yazacak. Ya alıp ‘acıklı’ bir roman gibi okuyacağız, ya da okuyup ders alacağız…

Evet bu gün, Sabah Gazetesi’ndeki haberi okurken kanım dondu. Emeli öğretmen Nuran İbiş’in ‘Zelal’in hikayesini’ yazdığını öğrenince gözlerim yaşardı. Hala yaşarıyor ya bakmayın. Çocukluğunu geçirdiği ilçede ‘etek’ giyinmeye zorlanan ben, kadının yok sayıldığı bir ilçede ‘korkarak’ büyüyen ben, kadınların ‘hiç’ olduğu bir yerde ‘erkek’ baskısına maruz kalan ben Zelal’de kendimi buldum. Öldürülen kadınlarda kendimi buldum. Yaşadıkları sıkıntıları ‘ben yaşıyormuşum’ gibi hissettim. Pek, çok mu aktifim, hayır değilim. Yukarıya yazdıklarım bir nevi kendi özeleştirim. Bakın ne diyeceğim, alın Nuran İbiş’in ‘Durdurun!’ adlı kitabını okuyun. Sonra bir kere daha oturup hep birlikte düşünelim…

17 Ocak 2012

Bugün 'Daha ne istiyorsunuz?' deme günü değildir...



Bugün 19 Ocak 2007’de İstanbul’da işlenen cinayetin duruşması sona erdi.

Bugün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin davada tutuklu olarak yargılanan Yasin Hayal’i ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Erhan Tuncel’in ise tahliyesine karar verdi. Tuncel, Hrant Dink davasından değil ama Mc Donald’s’ın bombalanması eylemiyle ilgili 10 yıl 6 ay hapis cezası aldı.

Bugün mahkeme çıkışı Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin, ‘Bu kadarını beklemiyorduk!’ diye tepki gösterdi.

Bugün Hrant Dink’in katili Yasin Hayal’in babası mahkeme çıkışı ‘Sarkozy savcı, Sarkisyan hakim olsaydı bu kadar ceza vermezlerdi’ diyerek birilerinin ‘faşist’ cümlelerini tekrarladı.

Bugün, birisi Yasin Hayal’e verilen ceza sonrası eleştiride bulunan Hrant Dink ve ailesine “Daha ne istiyorsunuz?” diye sordu.

Bugün benim canım bir kere daha yandı. Öfkem taştı. Kabıma sığamaz oldum…

Affınıza sığınıyorum, 2007 yılından beri tekrarladığım cümleleri bir kere daha yinelemek istiyorum…



2007’de ben de oradaydım.

Soğuğa rağmen yüzbinlerce insanla birlikte ‘Hepimiz Hrant Dink’iz’ diye bağırdım. Hepimizin bir gün sokak ortasında, ‘ötekilere’ yaşam hakkı tanımayan birileri tarafından öldürüleceğimiz gerçeğini gözeterek haykırdım. O gün orada, hiçbir suçu yokken, medyanın da hain saldırısı ile ölüme yavaş yavaş ama sezdirilerek götürülen Hrant Dink’in yanında olduğum için haykırdım. O gün orada hiç tanımadığım, elini sıkamadığım, boynuna sarılamadığım, yüzünü göremediğim, gözyaşlarına dokunamadığım adamın yok oluşuna ağladım, haykırdım, öfkelendim….

Sonra ne oldu?

Birileri ‘Mehmetçikler teröristler tarafından öldürüldüğü zaman niye çıkıp niye bağırmıyorsunuz’ denilerek orada bulunan güruh ötekileştirildi. Hatta, yok abartmıyorum, vatan haini ilan edildi. Oysa orada o gün ‘bile bile’, milletin gözüne sokula sokula Hrant Dink öldürüldü. Hrant Dink’in öldürülmesini de medya ‘mehmetçik’ ile bağdaştırıp unutturmak istedi, o medya Hrant’ın arkadaşlarını Türkiye’ye ‘vatan haini’ belletti …

Oysa oraya gelenler ‘Hrant Dink’ terörüne olduğu kadar, 80’lerden sonra Türkiye’de başlayan teröre de lanet yağdıran insanlardı. O gün oraya gelenler Türkiye’nin dış basındaki yüz akıydı, Türkiye’yi dışarıya karşı aklayan, Hrant Dink ailesine herkes adına özür dileyen insanlardı. O gün oraya gelen insanlar ‘Hrant’ gibi insanların öldürülmesine ağlayan insanlardı. O gün oraya gelenler aslında yaşam hakkına vurgu yapan insanlardı...



Bugün…

Bugün verilen cezayla ilgili ‘daha ne istiyorsunuz’ deme günü değil. Bugün, birileri tarafından yönlendirilerek, birileri tarafından doldurularak öldürülebilecek insanlara karşı, hepimiz bir gün birileri için ‘öteki’ olabiliriz gerçeğini gözeterek birlik olmak günü. Bugün belki geç ama Hrant Dink’in ailesine ‘özür dileme’ günü. Bugün Hrant Dink’in ‘Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır’ sözünü utanarak okuma günü. Bugün başka ‘Hrant Dink’ler öldürülmesin diye yalanla, şiddetle, faşizmle, ötekileştirmeyle mücadele etme günü…

* Birileri tarafından bu yazım farklı algılanacak. Birileri tarafından ‘vatan haini’ diye adlandırılacağım. Umurumda değil. Ama bu kişilerden tek bir şey istiyorum. Canım acıyor. Ne olur okuyun. Ne olur Hrant Dink’in yazılarını okuyun. ‘Yalancı Medya’nın sizi yönlendirmesine izin vermeyin. Medyaya gözü kapalı inanmayın. Tek bir yayın organına bağlı kalarak gündemi takip etmeyin. Araştırın, gözlemleyin, izleyin, tartın, biçin ve karar verin. Eminim sonrasında ‘bu adamı neden öldürdüler?’ diye soracaksınız ve işin iç yüzünü anlayacaksınız.

13 Ocak 2012

Ne istiyorum?..

Bugünler biraz karışık… İçimden bir şey yapmak gelmiyor. Kitap okumak bile. Şu size ballandıra ballandıra anlattığım kitaplar var ya, hepsini neredeyse yokladım. İlk cümlelerini okuduktan sonra rafa kaldırdım. Niye? Bilmiyorum….

Cildim uzun zamandır sıkıntılıydı, geçenlerde bir eczaneye girdim. Güzellik uzmanını görünce yakasına yapıştım. Analizdi bilmem neydi derken bana birkaç ürün verdi. Şimdi onları kullanıyorum. Uzun zamandır tek bir ürün kullanmak niyetindeydim. Belki psikolojik ama kendimi çok iyi hissediyorum. Bu arada cildim olması gerekenden de yaşlı çıktı…

İşler derseniz pek yolunda gitmiyor. Yeni planlarım var. Sağlam adım atmak istiyorum. Sevdiklerim aklımı çeliyor. Birkaç yere fikir danışıyorum. Geleceğimi kendi ellerimle mahvetmek istemiyorum. Benim için bir gelecek var mı iş dünyasında onu bile bilmiyorum…

Karamsar bir yazı oluyor sabah sabah farkındayım. Yakında 12 günlük bir tatile çıkacağım. Safranbolu, Ankara, Bursa, İstanbul’u ziyaret edeceğim. Yanımda en sevdiğim insanla birlikte. Belki bana iyi gelecek, belki daha sağlıklı karar alabileceğim. Öyle olmasını umuyorum…

Şöyle arkama yaslanıp bakıyorum da geçmişime, ne hayal ettiysem gerçekleştirmişim. Eski inancımı ve azmimi geri kazanmak istiyorum. Yeni bir adım atıp, yılmadan, vazgeçmeden, ısrarla o işin üzerine yüklenmek istiyorum. Acaba gerçekten istiyor muyum?

06 Ocak 2012

Aslında hepimiz "Hrant Dink'iz"




Ölüm,

Kazma kürek sesi

Bir de kuru toprak kokusu.

Arapça bir melodi,

Anaç bir ağıt

Ve sessizlik...


İnsan tanımadığı bir insanın ölümüne ağlar mı? Tanımadığı bir adamı sever mi? Ona sarılıp ‘bakma sen bunlara her şey düzelecek’ demek ister mi? Yıllar sonra keşkeler dizi olup dökülürken ağzından, demez mi ‘arasaydım’ diye, yalnızlaştırılmaya çalışıldığında ‘ben de buradayım’ deseydim, ‘yanındayım Hrant Abi’ diye…

Benim Hrant Dink ile tanışıklığım 2006 yılına, ‘Türklüğe hakaret’ suçlaması ile yargılandığı o günlere denk gelir. Radikal Gazetesi yazarı Yıldırım Türker’in köşe yazısında atıfta bulunduğu “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır” sözü ile vurulmuşumdur ben Hrant Dink’e. Birkaç defa da Agos edinip okumuşluğum vardır o kadar.

Sonrası yok. Öldürülene kadar sonrası yok…..

19 Ocak 2007’de hayallerimin kenti İstanbul’da hayallerim sönmüştü. Havaalanında aldım kötü haberi, içim yandı. Nasıl olur dedim. Rakel gibi, Ararat gibi, Delal gibi, Sera gibi inanamamıştım öldüğüne. Sonra sayısını bilmediğim kadar insanla birlikte cenazesinde, sanki onu geri getirecekmiş gibi “Hepimiz Hrant Dink’iz” dövizleri taşıyıp bağırmıştım, sonradan “Hepimiz Mehmetçiğiz” diye bağıranların ‘saldırılarına’ inat. Cenaze sonrası da, tıpkı “Türklüğe hakaret” suçlaması ile açılan o davalar silsilesi gibi yalnızlaştırılıyordu Hrant, hem de artık bu dünyada yokken. Birileri basın yolu ile tetikliyordu, birileri söylenenleri tıpkı o davaların açılma sebebi gibi tersinden anlıyordu. Oysa Hrant evimizin çocuğu, babası, amcası, dayısı, arkadaşı gibiydi….

Tuba Çandar’ın “Hrant” adlı kitabını yeni bitirdim. Yazı biraz gecikti. Ne yazacağımı da bilmiyorum, paramparça yüreğim. Bildiklerimi bir kere daha okuduktan sonra ‘keşkeleri’ sıraladım ardı arkasına. İstanbul’dayken neden gidip kapısını çalmadım ki tanışmak için, yüreğine ortak olmak için, sarılıp ağlamak için diye…

Davasını, ona yapılan saldırıları, yargının nasıl ‘eli kolu bağlı’ baktığını, sonra nasıl göz göre göre öldürüldüğünü… Okurken hepsini bir kere daha yaşadım, bir kere daha öldüm, bir kere daha öldürdüler sanki Hrant Dink’i….

Hep söylerim ailesinin yerinde olmak istemezdim diye. İnsan kabullenemiyor Türkiye’yi bu kadar çok seven bir dostun şimdi olmadığını, öldürüldüğünü. Aslında biliyor musunuz, hepimiz el birliği ile öldürdük Hrant’ı. Basında çıkan haberleri görünce, içim acıdı bir kere daha… Ne diyeyim.

Şimdi şu karmaşık yazıyı kaleme alırken bile duygularım beni engelliyor. Yazamıyorum. Düzgün cümleleri kuramıyorum. Ama biraz olsun eğer Hrant Dink’e karşı ‘acaba’nız varsa, alıp okuyun Tuba Çandar’ın kitabını. Acıya ortak olum, direnişe ortak olun. Ya da ne bileyim, sırf okudum demek için okuyun, ama okuyun…