31 Ekim 2011

Gamze'nin 'milletvekili' imtihanı...

Antalya’da ulaşım alanında işler karışık. Minibüs ve otobüs esnafları ile odaların yönetimleri, belediye ve muhalif grup arasında bir savaş söz konusu. Kim neyi kazanıri kim haklı çıkar bu savaştan inanın kestirmek zor. Çünkü insan değişen bir varlık, bugün yaptığını uyarın unutur gider. Bugün düşman olduğu ile yarın kol kola gezer.

Bugün ulaşım esnafının bir toplantısına katılmak üzere yola çıktım. Bizim ofisin aracı geç kalacağı için toplantıyı organize eden bey ‘sizi aldırayım’ dedi, kabul ettim. Gönderdiği araca binip toplantının yapılacağı kahvehaneye girdim. Bir iki fotoğraf çektikten sonra, yaklaşık 15 dakika önce başlayan toplantıda konuşulanları kaçırmayayım diye not almaya başladım. Tam ben iki cümle karalamışken defterime, toplantıyı organize eden bey yanıma gelerek ulaşım esnafının ‘sorunlarını’ dinlemeye gelen bir partinin milletvekilinin durumdan rahatsız olduğunu, dışarıya çıkmamı istediğini söyledi. Şaşırmadım, ben fotoğraf çekerken yüzündeki gerginliği okuyabiliyordum o vekilin. ‘Ama beni siz davet ettiniz’ diyip dışarıya çıktım. Ben o kahvehaneden çıkana kadar tek kelime etmedi o vekil. Dışarıya çıkıp haber müdürümü ararken de fark ettim ki sayın vekilim benim oradan uzaklaşmamı bekliyor. İnadına bir masaya oturup sigaramı yaktım.

Toplantıyı organize eden bey yeniden yanıma geldi. Bu yaptıklarının ayıp olduğunu, benim geleceğimi haber vermesi gerektiğini söyledim ona. Bana ‘Söyledim bir gazetecinin geleceğini, ses etmedi. Ama sizi görünce ‘bunlar bire on katar yazarlar’ diyip gitmenizi istedi” dedi. O an, o salona girip “Sayın vekilim, karını dövdüğün için bebeğini düşürdü, yazdık. Sesin çıkmadı. Kayınvaliden için karına ‘onu kucağıma alırım’ dedin, yazdık. Yine ses etmedin. Madem bire on katıp yazıyoruz, madem sen bunlardan rahatsızsın, niye kalkıp mahkemeye vermedin, niye Antalya’yı başımıza yıkmadın” demek geldi. Sustum. Ben olsam, benim hakkımda böyle şeyler yazılmış olsa, kalkar o gazeteye gider, o gazetecinin gazeteciliğini bırakmazdım. Sözlerimle onu yerin dibine geçiri, sonra da bir gazete alıp savcılığa suç duyurusunda bulunmaya giderdim. Gitmedi, çünkü yazılanların hepsi eşinin polise verdiği tutanaklara geçmiş belgeli yazılardı…

Ama ben yediremedim kendime sayın vekilimin sözlerini. Mesleğim boyunca, insanların ağzından çıkan sözlere dikkat kesilen, yanlış yazmamak için özen gösteren ben, mesleğim adına yapılan bu terbiyesizliği kaldıramadım açıkcası. Orada, yüzlerce ulaşım esnafının yanında bunları söylemeyi de kendime yediremedim. Bir vekilin gözünden, bu kadar cahilce sözlerin çıkmasına da anlam veremedim. O kadar insanın gözünde ‘yalan yanlış yazan’ gazeteci moduna büründürüldüğüm için öfkelendim. Çünkü ben öyle değilim….

Evet kabul ediyorum, ulaşım esnafının yanında başka, kendi partisinde başka, oda yöneticilerinin yanında başka konuşacak birisinin ‘korkakça’ tutumuna; kendi sözlerinin arkasında duramayacak kadar korkak birisinin iftirasına maruz kaldım. Benim değil, onun utanması lazım…

25 Ekim 2011

Bu bir 'ÖZÜR' yazısıdır...



Hayatım boyunca hep öğretmenlerine karşı hayranlık duyan birisi oldum. Gözümde yerleri hep bambaşka idi. Kimisi yaptığı hatalarla kimisi de harcadığı emekle beni besledi.

Anaokulunu anımsamıyorum ama ilkokulda bizi üçüncü sınıftayken bırakıp giden Feyza Çobanlar adlı öğretmenim bir başka idi. Ben ‘kaybedeceğim’ korkusu ile oyunlara katılmazken beni hep idare ederdi. Korkaktım, biraz da çekingen. El yazım güzel olduğundan kümelerin hep ‘yazarı’ idim, sözcüsü olup kalabalığa karşı konu anlatmak hiç bana göre değildi. Korktum ve kaçtım.

Sonra Nuran Evran geldi. Hem de Ankara’dan. O soğuk ilçeye resmen renk kattı. Bir gün arkadaşlarla toplanıp onun bekar evine gittik. Belki de 25’li yaşlarındaydı, bilmiyorum. Ama bana çok büyük gelirdi. Fotoğraf çektirmiştik onunla, bize ailelerimize kitap aldırmamız yönünde öğüt vermişti. İlk kitabıma onun sayesinde sahip oldum. Sonrası da zaten çorap söküğü gibi geldi.

Antalya’ya geldiğimde dördüncü sınıfın ikinci dönemiydi. Tüm notlarım pekiyi idi o zaman. Karnem de keza öyle. Öğretmenin masasının üzerinde duran karnemi birisi yırtmıştı. Herkesin önünde öğretmenim bana sormadan ‘karneni yırtmışsın’ diyip kulağımı çekmişti. Ondan hep nefret ettim. Kendime olan güvenimin kaybolmasına neden olan o öğretmenin ismini, yüzünü bile anımsamam.

Beşinci sınıfta mahalle değiştirince, başka bir okula kaydoldum. Orda da bit salgını yüzünden sınıfta yaşadığım bir olay beni öğretmenimden soğuttu. Sırf ‘doğu’dan geldiğim için bana ‘Gamze kaşınan yerlerini göster’ dedi. Saçımda bit yoktu, olabilirdi de, ama tüm sınıfın önünde bizim saçlarımızı kontrol eden sınıf arkadaşımıza bağırışını hiç unutamam. Bit onun kafasından çıkmıştı. Ona bir pislikmiş gibi davranıp eve göndermişti. İsmini dahi hatırlamadığım bu öğretmenim benim insanları ‘oralı buralı’ diye ayırt etmeden ve ‘fişlemeden’ sevmemi sağladı.

Sonrası orta okul. Türkçe ve matematik öğretmenlerimi seviyordum. Emine Aktuğ benim Türkçe öğretmenimdi. Onun için anı defterimin son sayfasına ‘Önce Edebiyat Fakültesi’ni bitirip Edebiyat Öğretmeni olacağım, sonra da Gazetecilik bitirip gazeteci olacağım’ yazmıştım. Edebiyat okumadım, lise dönemimde gazetecilikte karar kıldım. Matematik öğretmenim ise Mehmet Öncül idi. Bizim sınıfımızın derslerine girmediği bir dönemde onu her gördüğüm yerde ağlardım. Hatta okuldan mezun olunca tayin edildiği okula gidip orda da ağlamışlığım vardır.

Lise de ise okul dergisini birlikte çıkardığımız İsme Güler, öğretmenden ziyade hep arkadaşım olan Edebiyat Öğretmenim Özlem Güleç, bir yöneticiden ziyade herkesi çocuğu gibi seven okul müdürüm Birol Orak’ın yeri bir başkaydı. Farklılardı, ben yeni büyüyordum, yeni tanışıyordum kendimle, kendimi öğreniyordum. Bana kendimi bulmam konusunda yardımcı oldular.

Bunları neden mi yazdım? Az önce eğitim sayfası için bir ilköğretim okulundaydım. Çok yoruldum, gürültüden de çocukların söz dinlememesinden de. Çok bağırdım, öğretmenlerin çocukları düzene sokamamasına çok sinirlendim. Düşündüm, acaba biz de böylemiydik diye. Öğretmenlik zor iş, gerçekten zor iş. Eğer ben de zamanında onları canlarından bezdirdiysem diye bir özür yazısı kaleme almak istedim.

Hayatıma yön vermeme yardımcı olan, bugün ki beni ortaya çıkaran öğretmenlerim. Sizleri çok seviyorum. Hata yaptıysam özür diliyorum. Emekleriniz için teşekkür ediyorum. Ben büyüdüm. Dünyam büyüdü. Siz olmasaydınız, biz birbirimizi sevmeseydik, bugün ki ben olmazdım…

22 Ekim 2011

Mino'nun Siyah Gülü...



Ben bu bahar çok değiştim anne
Yüreğim durup durup rüzgarlanıyor...


Böyle başlıyor şarkı. Piyano eşliğinde. İçinize işliyor. Kitap gibi…

Bir yıl kadar önce tanıştım ben Hüsnü Arkan ile. Ayıplamayın hemen. Genelde dinlediğim kişilerin isimlerini bilmem. Oysa daha orta okuldayken ‘Düşer Sokağı’ ile hayatıma girmişti. Anımsayamadım. Albümünü alıp dinlediğimde, kendimi dinliyormuş gibi hissettim. Aşık değildim ama aşık oldum. Aşkı yeniden tattım. Adile Naşit’in sesini duyar gibi oldum. Öyle zaman oldu ki, bulunduğum ortamdan soyutlanıp hayal kurarken buldum kendimi. Sonra durmadım, albümü hediye ettim, başkaları da duygularıma ortak olsun diye…

Geçenlerde de kitapçıda Hüsnü Arkan’ın kitabına rastladım. Niyetim başka bir kitap almaktı. Hakkımı ondan yana kullandım. Ama ne iyi ettim. Şarkıları gibi içime işledi kitabı da.

Henüz bitiremedim kitabı, ikinci günüm. 55 sayfa falan kaldı. Ama daha fazla dayanamadım. Size de anlatmak, sizinle de paylaşmak istedim.



Siz hiç Hüsnü Arkan dinlediniz mi? Eğer dinlediyseniz, aynı naiflikte bu kitap da. Olay örgüsü o kadar güzel, ayrıntılar hikaye ile o kadar bir ki. Hüsnü Arkan kitabı size okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Bir anda şaşırıp kalıyorsunuz bir diğer bölüme geçerken. O kadar duygu yüklü ki, birkaç gözyaşı damlası akıyor kitabın sayfasına. O kadar gerçekçi ki, kendinizden çok şey buluyorsunuz her bir sayfada. O kadar yalın ki, o kadar yalansız ki…

Şimdi inanmayacaksınız ama ben bu kitaba bağlandım. Şimdi gözlerim doluyor yazarken. Daha fazla bahsetmeyeceğim Mino’nun Siyah Gülü’nden. Alıp okuyun derim. Hafta sonunda çıkın dışarıya, bir cafeye, deniz kenarında bir banka oturun. Rüzgara akıtın gözyaşlarınızı. Okuyun, dinlenin. Yeniden aşık olun, hayata yeniden başlayın. Düşünün, düşündükçe çoğalın.



Eve gidince de kitabın hediyesi olan Hüsnü Arkan’ın tek şarkılık o CD’sini dinleyin. En başına gelerek, tekrar tekrar dinleyin. Ve ‘Mino’nun Siyah Gülü’nü kitaplığınızdaki en güzel yere koyun. Ben öyle yapacağım…

19 Ekim 2011

Ne söylesem bilemedim...

İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.

Yine kendime kapandım.

Bu akşam canımla birlikte Antalya Devlet Tiyatrosu’nun ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana’ adlı oyununa gideceğiz. Geçenlerde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’ filmine gittik. Çıkarken ‘Neden bir yere bağlamadın usta filmi’ diye yakınıyordum. Yanılmışım, ustalar bir şeyi sona bağlamak zorunda değildir…

Ben, Seyhan’ın beğenmediği Patrick Süskind’in kitabı ‘koku’yu bitirdim. Bayıldım. Kurgusu, konusu muhteşem. Beklemediğim bir sonla karşı karşıya kalınca daha bir hayran oldum. Sonra Zadie Smith’in ‘İnci Gibi Dişler’ kitabına başladım. Sırf bir yerde ‘Elif Şafak İskender’i bu kitaptan araklamış’ dendiği için. İyi ki öyle yazmışlar. İskender’den sonra okuyacağım güzel kitaplardan birisi olacak sanıyorum. Ayrıca yazarın hikayesi de oldukça kıskanılası.

Yeni bir şeyler yapmaya hazırlanıyorum. Bir blog ve arkadaşım vesile oldu. Bir roman yazma girişimi diyelim biz buna. Bakalım kendi romanımdan önce becerebilecek miyim. Aslına bakarsanız bu ‘ilk’ roman benim romanımın önceleyicisi olacak. Tabi romanın kahramanına ulaşabilirsem. Tek iletişim kanalım mail ama ona ulaşamıyorum. İkinci bir kanal denedim, yanıt yok. Bekliyorum…

Bu ara evlilik hazırlıkları sürüyor. İnsanların ‘Sen evlenmem derdin, ama bak görürsün çocuk da istemiyorum diyorsun ya onu da yaparsın’ demelerine deli oluyorum. Bu dünyaya gerçekten bir çocuk getirmek istemiyorum. Hem ben daha çocuğum… Çocukluğumu yaşamak istiyorum… Bir de salon düğünü yapılacaksa yapılsın, umurumda değil. Herkes çıksın göbek atsın hatta. Ben sadece ömür boyu onunla yaşamak istiyorum…

Bugünler de haber yazmak istemiyorum nedense. Dönemsel mi bilmem ama, sanki boş gibi her şey. Yani ‘kime ne benim yazdığım haberden’ derken buluyorum kendimi zaman zaman. Geçmesini umuyorum…

Bir de birkaç ay önce bir ajanstan iş teklifi gelmişti, ikinci kanaldan diyelim. Kabul etmemiştim. Şimdi de yine ikinci kanal aracılığı ile bir televizyon kanalından teklif geldi. Korkak birisine teklif ettiklerini bilmiyorlar ama. Yerimden kıpırdamaya korkuyorum ben. Ama şikayet de ediyorum. Hem de ne şikayet. Doğru adım nasıl atılır bir bilen varsa söylesin bana… Çaresizim…

08 Ekim 2011

Arka kapak güzeli yerini sürmanşet 'şiddete' bıraktı

Yaklaşık bir ay önce, Antalya’nın Korkuteli ilçesinde yol kenarında, yüzü koli bandı ile sarılı, elleri iple bağlı bir kadın cesedi bulundu. Adli Tıp’a getirilen cesedi bizim polis adliye muhabiri de gidip çekti. Gözleri açık kalan cesedin yüzündeki koli bantlarının izleri hala duruyordu. Meraktandır sanırım, ben de yazı işlerine gönderilmesi için atılan fotoğraflara baktım. Hissettiğim, düşündüğüm tek şey bunu bir insanın yapmış olamayacağıydı. Kimliği belirlenemeyen cesedin hem kimliği hem de ‘gerçek’ halini gösteren fotoğrafı da geçtiğimiz gün bulundu. Bir erkek tarafından zulüm görmüş olduğunu düşündüğümden midir bilmem ama opak fotoğrafı bana ‘zorla evlendirilmiş, her gün dayak yiyen, insan olma hakkı bile yenilen’ bir kadının portresini çizdi.

Dün de ulusal bir gazetenin sür manşetinde, sırtından kocası tarafından bıçaklanarak öldürülmüş bir kadının fotoğrafı vardı. Nasıl yaparlar bunu diye söylenirken, fotoğrafı gazeteye ‘zorla’ koyan zat açıklama yaptı. Okudum, ‘kadına yönelik şiddetin birkaç mor gözden ibaret olmadığını’ anlatmak için koyduğunu söyledi. Her gün üçüncü sayfalarda okuduğum ‘boşanmak isteyen karısını öldürdü’ şeklindeki haberlerin alt metnini okuyan, kadına nasıl bakıldığını, kadının nasıl görüldüğünü, küfürlere, sosyal hayata, gelenek göreneklere bile kadının nasıl ‘yerleştirildiğini’ bilen birisi için eminim ‘kadına yönelik şiddet’ birkaç mor gözden ibaret değildir. Benim için keza öyle.

Yaşananları, hissedilenleri anlamak için ‘sırtında bıçak’ olan ve şu an hayatta olmayan bir kadının fotoğrafının konulması gerekmediğini, tamamen ticari amaçlarla yapılmaya başlanan bu işin, arka sayfa güzelinden sonra ‘kadının en şiddetli hali’ fotoğrafına dönüştüğünü üzülerek görüyorum.

Şiddet bu toplumun ‘olmazsa olmazı’ haline gelmişken, şiddeti meşru gösteren bir sürü ‘insan’ hala yaşarken, onlara ‘örnek’ teşkil edecek böyle ‘çirkin’ bir fotoğrafın gazetede yer almasını ise ‘ticaret mantığı ile gazetecilik yapmaya’ yoruyorum.

Ben bu tür fotoğrafları ne gazetede görmek ne televizyonda izlemek istiyorum. Kocası tarafından tartaklanan kadını görünce içi acıyan, ‘o kadının yerinde olsaydım ben ne yapardım’ diye düşünmekten kendini alamayan ben, evet itiraf ediyorum, televizyondan kolumu içeriye uzatıp o ‘herifi’ öldürmek(!) istiyorum. Tıpkı yıllar önce Malatya’da yurtta kalan çocuklara zulmeden o ‘bakıcı’ kadınlara (!) yapmak istediğim gibi. Şiddeti onaylamayan ‘ben’i, şiddete yönelten ‘habercilik’ anlayışını ise kınıyorum…

03 Ekim 2011

Alfabenin kağıtla buluşmasının kokusuydu kitap...



Bunan birkaç yıl önceydi. İstanbul’daydım. Mezun olduktan sonra oraya ‘büyük umutlarla’ çalışmaya gitmiştim. Hiçbir şey umduğum gibi olmadı. Doğru adımlar atamadım, kendime aşırı güveniyordum, ki bu güven 20’li yaşlarda insanın yolunu belirlemesinde pek sağlıklı olmuyormuş onu anladım. Rüyaların gerçekleşeceği şehir olarak adlandırılan İstanbul maceram bu kadar karamsar bitmedi elbet. Orada güzel şeyler de yaşadım.

Son çalıştığım gazetenin bulunduğu binanın üst katında siyasi bir partinin ilçe örgütü bulunuyordu. Her gün farklı insanlar gelip gidiyordu oraya. Farklı kişiliklere sahip, farklı talepleri bulunan insanlarla orada karşılaştım. Bir okul gibiydi. Zaman zaman ağladım, zaman zaman isyan ettim anlatılan hikayelere. Ben orada hayata bir farklı bakmayı öğrendim.

O siyasi partinin bir de kütüphanesi vardı. Söz konusu bir siyasi partinin kitaplığı olunca, kitaplara yaklaşma konusunda pek hevesli değildim. Edebiyatın da politik bir yanı vardı elbet ama bangır bangır ‘politika’ kokan kitaplardan da hoşlanmıyordum. Evet at gözlüklerimi çıkarmamıştım o zamanlar. Sonradan benimle aynı olmasa da hemen hemen her ideolojiye yaklaşıp okumayı öğrendim.

Gel zaman git zaman o siyasi partinin ilçe başkan yardımcısı bana bir anı kitabı verdi. ‘Işığı Arayan Köy Kızı’ idi adı. Kapağı oldukça kötüydü. Nasıl derler, alışılmış büyük yayınevlerinden çıkmayan, belli ki kıt kaynaklar kullanılarak bastırılmış bir kitaptı. Nasıl bir hikaye ile karşılaşacağımı bilmiyordum ama okudum. Okudukça sevdim, okudukça hayata açılan pencereme bir mum daha dikmiş oldum. Gökyüzünde bir yıldız benim için parlamaya başladı. Kadınların zamanında ne kadar zor şartlarda eğitim aldıklarını, okumaya olan heveslerini, karanlıktan aydınlığa çıkma savaşlarını gördüm. Önümüze serilen onlarca fırsata rağmen, hayatlarımızı bu kadar berbat etme dürtümüzün nerden kaynaklandığını merak etmeye başladım.

Kitap bana ‘okumam’ için verildiği için onu aldığım yere koydum. Kütüphanemde kitap dursun istediğim için Ankara’da ‘Öğretmen Dünyası’ tarafından basılan kitabı aramaya başladım. Sanırım tesadüflere olan inancımdan, kitabı bulmak için çok çaba sarf etmedim.



Antalya’da 1 Ekim’de Konyaaltı’nda bu yıl ikincisi gerçekleştirilen kitap fuarımız açıldı. Bir önceki yıl açılan fuara nispeten bu seferki daha bir donanımlıydı. Evet gelecek olan konuklardan haz etmediklerim yok değildi ama adımdı işte. Kitaptı, alfabe ile buluşmuş kağıtların kokusuydu nihayetinde fuar.

Ben de bu fuara katıldım. Açılış sonrası standları gezerken işte bu muhteşem kadının kitabına rastladım. Fatma Sarıhan Türkmen. İtiraf edeyim çok duygulandım. Stadın başında duran adam bana çalıştığım gazete ve adımı söyleyince daha bir garip oldum. Yazılarınızı okuyorum dedi bana, çok heyecanlandım. Yazıdan kastı haber olsa da ne bileyim işte, sevindim. Kitaplığıma bir de öneri bir anı kitabı eklemek için Fatma Sarıhan Türkmen’in kardeşi Ayhan Sarıhan’ın öğretmenlik anılarını yazdığı ‘Düşe Kalka’ adlı kitabı aldım.

Sizde naısl duygular uyandırır bilmem. Benim için de şu an tarifi zor. Fatma Sarıhan Türkmen’in anılarını anlattığı kitap beni birkaç yıl öncesinin İstanbul’una götürdü. Yaşadığım zorluklar, çektiğim sıkıntılar, otobüs arkadaşlarım ve niceleri. Sanırım güzel bir tesadüf sonucu kitaplığıma gelen, hoş gelen bu kitap, orda kaldığı sürece anılarımın da canlı tutulmasını sağlayacak.